6 Şubat 2011 Pazar

Hepsi Burada reklamları ve bilinçaltına dair tek cümle okumamış reklamcılar

"me" "ma" olumsuzluk ekini kullanmak yerine "değil" kelimesini kullanmanın bilinçaltında nasıl bir algı farklılığı oluşturduğunu öğrendiğimde henüz çocuktum. sürekli olarak değil demeye çalışıyordum olumsuzluk ekleri yerine. zaman içinde bu konuda daha da hassas davranmaya başlayıp ne deniyor ne anlaşılıyor diye sürekli kendi çapımda araştırmalar yaptım ve gördüm ki birçok insanın anlatmak istediği ve karşısındakinin beyninde oluşan algı birbirinden çok farklı. bu reklamlarda tam da böyle bir hata olduğunu düşünüyorum. reklamlar çok dikkat çekici, ewet. eğlendirici, doğrudur ama mesaj doğru iletiliyor mu acaba? Genç bir kadın ve genç bir erkeğin arasında geçen komik diyalog sonrası kadın masadan kalkar ve erkek der ki; "ben nerede hata yapıyorum?" dış ses cevap verir; "burdaaa". sevgiliniz için tüm hediyeler hepsi burada da... şimdi başa dönelim. ben nerde hata yapıyorum? burdaaa. burası neresi? hepsiburada... hepsiburada da alışveriş yapmakla hata yapıyorum... siz basit bir fikri basit bir mesajı ne kadar karmaşık aktarırsanız karşıdaki "beyin" onu o kadar farklı algılar. hatanın burada yapıldığından çıkıp hepsiburada'ya gitmek tam bir faciadır bana göre. buna izin veren marka ise büyük bir hata yapmıştır. reklamın iyisi kötüsü olmaz diyenlere; buyrun size kötü reklam...

1 Eylül 2008 Pazartesi

"Hayatın Lezzeti"

Eweeeeet... Lezita yeni kampanyasıyla karşımızda. Nedir yeni sloganımız "hayatın lezzeti".

Bilindiği gibi Lezita'nın üretim tesisleri Ege Bölgesi'nde Manisa'da. Birçok reklam ajansı Lezita ile görüşebilmek için Manisa yollarına düşmeli ki önce randevu almayı başarmaları gerek. Maalesef İzmirli ajansların pek şansı yok Lezita ile çalışabilme konusunda ve hatta randevu alma konusunda. Çünkü Lezita ulusal bir marka ve İstanbullu profesyonellerle çalışma eğiliminde tıpkı Ege Bölgesindeki diğer ulusal markalar gibi. Önemli rakamlar karşılığı başarılı işler yapıyor birçoğu da. Hemen aklıma şu soru geliyor. Acaba İzmirli ajanslar yapamaz mı bu kampanyaları? Yani İstanbul ajanslarının geçtiği kampanya tekliflerini İzmirliler geçse acaba bu firmalar nasıl karşılar ya da o fiyatları karşılayacak işler çıkar mı İzmir'den. Şahsi fikrim çıkar. Malum bütçeyi firma sunduktan sonra tüm imkanlar sağlanır. Bence bahsi geçen bu firmalar İzmirli ajanslar tarafından çok daha fazla önemsenir, sahiplenilir. Düşünsenize Lezita İzmirli bir ajansla çalışıyor ve İstanbullu ajansa ayırdığı bütçeyi ayırabilecek kadar da arkasında duruyor. Elbetteki hepsi değil ama İzmirde profesyonelleşmeye çalışan hangi bir ajans bu teklif karşısında heyecanlanmaz. Bunun Dünyada çok örneği var. Uluslararası firmların keşfettiği birçok ajans var nispeten küçük şehirlerde. Kimbilir, İstanbullu ajanslarımızın artık diğer bölgedeki firmaları önemsememeye varacak ukalalığı karşısında belki de önemli bir adım olur. Hatta böylesi bir durum karşısında bence daha dikkatli olurlar ve Coca-Cola ile yıllardır bütünleşen, Coca-Cola'nın adıyla anılan "hayatın tadı" sloganı varken gidipte "hayatın lezzeti" gibi bir kampanya sloganı yapmayıverirler. Acaba yaratıcılık mı azalıyor yoksa önemsememezlik mi artıyor?

22 Mayıs 2008 Perşembe

"ne olacak bu İzmir Reklamcılığının hali"

Bir mesleği yücelten o mesleğin eğitimini almış kendini o alanda yetiştirmiş bireylerin varlığıdır. Mesleği icra edenlerin geneline baktığınızda eğer eğitimini almış kişilerin sayısı diğerlerine denk değilse o mesleğin gelişimi sekteye uğrayacaktır ya da uğramıştır. En önemlisi yönetici kadrosunda yer alanlar eğer o mesleğin gerektirdiği bilgi birikimine sahip değilse, eğitimini almadığı gibi bundan rahatsızda olmuyorsa o sektörün gelişimi mümkün değildir.

Ticarette para kazanmak esastır. Kazanç getiren sektörlere girişimcilerin yönelmemesi düşünülemez lakin genelde ülkemizde özelde ise İzmir’de reklamcılık sektörüne girenlerin ve herhangi bir birikime sahip olmadan yöneticilik yapanların sayısı azımsanamayacak durumdadır. Bir de birçok mesleği icra etmek için konan kısıtlamaların hiçbiri bu meslekte şart koşulmadığından “parası” olan herkesin "ajans başkanı" olması sıradan bir durum haline gelmiştir. Buna, reklama ve reklamcılığa “cehaletinden” gerekli önemi vermeyen reklamverenler eklendiğinde…. İşte İzmir Reklamcılık Sektörü.

Bu meslekte uzun yıllarım geçmedi, “henüz” fakat bu süre zarfında “maruz kaldığım en yüksek frekanslı reklam metni” –ne olacak bu İzmir Reklamcılığının hali- oldu. Yahu sanki bu lafı edenler ne bu mesleği yapıyor ne de İzmir’de yaşıyor. Maalesef bu durum bu cümleyi kuranlarla kronikleşip sektörü zayıf düşürüyor. Herkes birbirine ne olacağını soruyor lakin atılan birkaç isteksiz adım dışında ne yürümeye ne de koşmaya kimsenin niyeti yok. Beni en çok şaşırtan ve kimi zaman kızdıran ise on beş yirmi yıldır İzmir’de reklamcılık yapan “mangalda kül bırakmayan” reklamcılarda İzmir reklam sektörünü acımasızca eleştiriyor. Sanki İzmir reklamcılığının bu durumda olmasında hiç etkileri yok. Sanki İzmir’de bu mesleği icra edenler onlar değil. Elbetteki İzmir ekonomisinin içinde bulunduğu kısır döngüyü göz ardı etmiyorum lakin on beş yıl önce İstanbul’a gitmeleri ile yakınılan “büyük firmaların” İzmir’de iken yaptıkları reklam çalışmalarında ne kadar başarı yakalandı ya da reklam ajansı tercihlerini İzmir’den yana kullanmaları için ne çaba harcandı. İzmir’in “zengin” firmaları İstanbul’la çalışmayı başarıyorken (mesafe varken) neden hiçbir İstanbul firması İzmir’e dönüp bakmıyor. Unutmayalım ki Amerika’nın dev firmaları Hollanda’nın “sokak arası ajansları” ile çok başarılı çalışmalara imza atabiliyor.

Diğer taraftan İzmir’in neredeyse tüm sektörlerindeki İstanbul hayranlığı bu şehri “koloni” haline getirecek seviyeye ulaştı. İstanbul ekonomisi ile kıyaslama yapmak kimsenin cesaret edemeyeceği bir durum tabiî ki. Nüfus yeterli zaten gerekli izahlara. Bu nedenle İstanbul’un büyüklüğünü konuşmak kaçınılmaz ama hayranlık duyarak kendimizi aciz hissetmek kendimize yazık etmektir. İzmir kafesinin içinden çıkmayan reklamcılar birkaç fuar ziyareti için gittikleri İstanbul’u hayranlıkla “seyredip” geri dönüyor ve bu hayranlık zaten çok az olan azmi de silip süpürüyor.

60’lı yılların yeşil parkasına yüklenen anlam ve yaratılan simgeyle baş edemeyen günümüz gençliği gibi o başarıya ulaşamayacağını, İstanbul’dan pay kapamayacağını düşünen reklamcılarımızda en bu gençlik gibi silinip gidiyor sektörü de peşine takarak. Değil pay kapmak bunun bahsinden bile korkan reklamcılarımız aynı zamanda nasıl bir medeni cesaret örneği ise İzmir reklamcılığını eleştiriyor.

İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem DEMİRTAŞ “kendince” İzmir için logo çalıştırmış. Bu olayın doğruluğu yanlışlığı konusunda bir polemiğe dahil olmak istemiyorum lakin şunu da atlamamak gerek ki kimse bunu sormuyor, Ekrem DEMİRTAŞ’ı eleştiren reklamcılarımız Ekrem DEMİRTAŞ’ın düşündüğünü düşünemedi mi bunca zamandır? Böyle bir çalışmanın projesini hazırlayıp “yetkili” kurumlara iletemedi mi de şimdi birden biz biliriz havasına kapıldı. Yoksa bir “kazancın” olamayacağını düşünüp uğraşmak mı istemediler. Peki ya böyle değilse ve durum bundan daha acı ise. Desem ki İzmir reklamcıları, para odaklı çalışır ve bu odaklanma ortada ne bir yaratıcık bırakır ne de bir araştırma. yaratıcılığın ise sadece grafik tasarım üzerinden olabileceğine hükmetmiştir. Ne sektör araştırması yapar, ne strajeyi planlar. Müşterisinden talep gelene kadar reklam talebi yaratmayı bilmez ya da beceremez veya o kadar tembeldir ki uğraşmaz bile. Sonra müşterisi kaçmasın diye fiyat rekabetine girer ve emeğini ucuzlaştırır. En kötüsü de para kazanamamaya başlayınca “ne olsa yaparım”a başlar. Ortada ne uzmanlık kalır ne profesyonellik. İşte İzmir’in reklamcılık sektörü ve büyük firmalar o yüzden dönüp bakmaz İzmir’e. Ne dersiniz? Haklılık payı var mıdır bu yargının?

Kimsenin dile getirmediği belki de en önemli konu İzmir reklam sektörüne nitelikli eleman “yetiştiren” kurumların durumudur. Daha birkaç yıl öncesine kadar İzmir’e reklamcı yetiştiren tek üniversite Ege idi. Peki bu sektörün bu durumundan hiç mi pay almayacaktır Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi. Reklam yazarının ne iş yaptığını, sanat yönetmeninin ne gibi vasıflara sahip olabileceğini, kreatif direktörün kim olduğunu, müşteri ilişiklerinin ne gibi sorumluluklar yüklendiğini, strateji planlamanın ne için var olduğunu bilmeden mezun olan ve olduğu günden itibarense onca süre aldığı gazla hemen yöneticiliğe soyunan yüzlerce iletişimci, halkla ilişkilerci, tanıtımcının bu durumundan hiç mi sorumlu değildir bu fakülte. Neden İzmir’de iletişim mezunu olup da reklamcılık alanında çalışanların sayısının bu denli az olduğunu düşündünüz mü hiç? Neden mezun olanlar her türlü “alakasız işi yapmaya kendini yetkin görürken reklamcılığın yanından geçmiyor. Reklamcılığın “güzel sanatlar” tekelinde olduğu bir şehirde sanat yapmak reklam yapmanın önüne geçer ve geçecektir elbette. Yapılan sanatı reklama yöneltecek olan reklamcılık eğitimi alan kişilerdir. Bunca yaratıcı tasarımların reklam değeri taşıması için “birileri” tasarımcıları yönlendirmelidir. Zira “güzel sanatlar” reklam eğitimi değil sanat eğitimi vermektedir ama yaratıcılığı sadece grafik tasarımda gören zihniyet sanat yapmaya da devam etmektedir. Bununla birlikte yeni yetişenleri küçümseyen “az eğitimci, çok ukala” reklamcılarımız “çok bilen, az paylaşan” tavırları ile sektörün geleceğine de zerre fayda sunmamaktadır. Adına stajyer denen ve işi ayak işleri olarak belirlenen onlarca yeni mezun maalesef markanın ne olduğunu bilmeyen insanların yanında reklamcılık öğrenmeye çalışıyor. Daha işe başlamadan ufku ve içi daralan bu gençlerden ne bekliyor acaba İzmir reklamcılığı?

Kendini reklamverene anlatamayan, reklam verenin doğrusunu yanlışını ayırt edemeyen ve yanlışını görünce uyarmaktan korkan, çağı takip etmeyen etse de ajansına bu yenilikleri sokamayan, gördükleri ve yaşadıkları doğrultusunda kendisinden “iyi” reklamcı olamayacağına kanaat getirmiş, “yeni”leri hep küçümseyen, birbiriyle sürekli kavga etmesini geçtim kendisi ile bir türlü barışamayan ve İzmir’in reklamcılığının mevcut durumdan kendisine hiç pay çıkarmayan sorumluluk duymayan “büyük” reklamcılarımız, bir kez daha düşünün. İzmir’in bugününü yaratan geçmişi değil midir ve bu geçmiş siz değil misiniz?


(Tüm bunlardan bahsederken kendini reklamcılık alanında gerçekten yetiştirmiş insanların bu söylediklerimden gocunmayacağından eminim. Okul okumakla adam olunmuyor der büyüklerimiz ve okul okumak sadece okula gitmekle de olmuyor elbette)

31 Ağustos 2007 Cuma

"bariyerler ve motosikletler"

arabadayım huzur ve güven içerisinde. malum kapıları ve camları kapatınca insan kendisini güvende hissediyor. gece, farlar açık ama şehir içi olduğundan pekte seçemiyorum kısalarla uzağı. önümde illet bir dolmuş. adını kim koymuş bilinmez ama tamamen dolmuş . biraz aç gözlü bir şoför üstelik. insanlar ayakta ama hala tıkıştırıyor yolcuları içeriye. tıkışanlar mı suçlu tıkıştıranlar mı bilinmez. sıkılıyorum ağır ağır ve bir o kadar dur kalklı seyahetten ve sollamak geçiyor içimden. hızım 30, 40 yapıyorum geçmek için malum şehir içi. sonra 50 oluyorum ve birden paldır küldür. tak diye bir taban çarpması. bir an yükseliyorum sonra alçalırken taaaakk. geçiyorum dolmuşu sonra anlıyorum tuzağı. bariyer. ama öle bildiğiniz bariyerlerden değil. 1 metre genişliğinde yaklaşık 30 cm yüksekliğinde. ne bir işaret, ne bir yansıtıcı, ne bir fosforlu çizgi. bir an sinirleniyorum. derin nefes alıyorum deriiiiin deriiin. sonra motosiklet kullanmadığıma şükrediyorum. mesut şimşek

28 Ağustos 2007 Salı

susuzluk, parasızlık ve bulaşık makinasızlık...

Malum, suyumuz bitiyor. Elbetteki kullandığım çoğul ek tüm dünya insanlarını kapsıyor. Kuruyoruz, çekiliyoruz. Aslında tükeniyoruz.
mesut şimşek
Ben bir "reklamcı"yım. İzliyorum kendimce çekilen, çizilen, söylenenleri. Hal böyle olunca ilk kırıntılarımda iletişim alanında dökülmeye başladı. Bugünlerde su tasarrufuna yönelik bir uyarı furyası başladı . Hatta aldı başını gidiyor. Uyarılıyoruz, tüketmeyelim diye. Çoğu, haklı uyarılar. Tabi ki şunu düşünmeden de edemiyorum; "tüketmeyin demek için bitmesi mi gerek?". Neyse ki uyarıldıkta aklımız başımıza geldi.
mesut şimşek
Benim dikkatimi çeken şey tüketmeyin derken tüketimin nasıl azaltılacağının anlatımı. Mesela traş olurken ve dış fırçalarken musluğu kapatın, arabanızı hortumla yıkamayın, "bulaşıklarınızı bulaşık makinasında yıkayın" gibi. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Capital dergisinden bir alıntı koymak istiyorum buraya. Sedef Seçkin Büyük "1 Mayıs2001" tarihinde Veri Araştırma şirketinin yaptığı araştırmadan yola çıkarak bir yazı yazmış. İşte o yazının bir kısmı:
mesut şimşek

"Orta direkin “bulaşık” rüyası! mesut şimşek
Türkiye’de kentlerde yaşayan ailelerin yaklaşık dörtte birinde bulaşık makinesi var. Yaş ortalaması ise 5 düzeyinde. Üst sınıftaki kentli hanelerin yüzde 82.2’sine bulaşık makinesi girmiş durumda. mesut şimşek
Orta direk hanelerinde otomatik çamaşır makinesi sahipliği yüzde 92’lere kadar yükselmişken, bulaşık makinesi penetrasyonu sadece yüzde 27.6. Bu tablo, “orta” sosyo-ekonomik tabakadaki hanelerin bulaşık makinesi için potansiyel alıcı olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Orta kesimin koşullarına uygun kampanyalar ve reklamlar, bu potansiyeli harekete geçirebilir.
Bulaşık makinesi penetrasyonunun alt sınıflarda çok düşük olması, üst sınıflardaki bulaşık makinelerinin ise henüz çok yeni olması nedeniyle önümüzdeki 3-5 yıl boyunca ilk alımların ağırlıklı olmaya devam edeceğini söylemek mümkün. 2000 yılında Türkiye pazarında satılan 535 bin bulaşık makinesinin yüzde 15’i yenileme, yüzde 85’i ise ilk alım taleplerinden kaynaklanıyordu. 2010 yılında ise talebin yüzde 30’unun ilk alımlardan yüzde 70’inin yenilemeden geleceği tahmin ediliyor." mesut şimşek
Gelelim asıl mevzuya. Mesela gösterilen filmlerde bulaşık yıkayan kişi neden musluğun altına tutar tabağı. Daha az su kullanan kişiler bu işi bir kabın içinde yapar. Yani tabağı öylece musluk altına tutmaz da su dolu bir kaba koyar temizler. Durularken de gene aynı mantıkta yapanları az görmedim. Sanırım anlatabildim "tekniği". Bir de şu açıdan bakın. Zaten bulaşık makinası alacak maddi gücü olmadığından elde yıkıyorsa bulaşığı, suyu daha az kullanmayacak mıdır fatura korkusuyla? Zaten kim isterki elde o çileyi çekmeyi. Peki, hal böyleyken tv de bu kişileri (düşük ücretle çalışıp makina alamayacağı için - masrafı sadece almakla bitmez bilirsiniz detarjanı var, parlatıcısı var- bulaşıklarını elde yıkayan veya yıkatanları) rencide etmenin ve sanki tüm suyu onlar tüketiyormuş muamelasi yapmanın ne gibi bir faydası vardır acaba. "Diş fırçalarken musluğu kapatın" ya da "hortumla araba yıkamayın"a lafım yok ama nasıl oldu da bu" bulaşıkları bulaşık makinasında yıkayın" çıktı ortaya. Neden çamaşırları çamaşır makinasında yıkayın denmez mesela. Sanırım bu sorunun yanıtı üstteki alıntıda var. Sosyal sorumluluk çalışmasına "eklenen" bu reklamın etikliği, üzerinde uzun uzun tartışılacak bir konu aslında ama daha da önemlisi insanların sahip olamadıkları yüzünden rencide edilmesi. mesut şimşek

Bu işi daha da abartıp ileri giden bir medya kuruluşu su tüketimiyle ilgili bir manzara gösteriyor ana haber bülteninde. Kimbilir hangi ilin hangi "arka sokağı". Bir teyze oturmuş bir leğenin başına, çamaşır yıkıyor elinde. Adam gidip mikrofon uzatıyor ve "neden böyle yapıyorsun, suyu çok tüketiyorsun" diyor. Yani teyze çamaşırlarını makinada yıkamalı. Teyze nereden bilsin ki tüm dünyanın su tüketim sıkıntısının faturası o anda kendisine kesiliyor. mesut şimşek

Yokluk suç olarak gösterilmeye başladığından beri insanlık belirsiz geleceğe doğru yol almaya başladı. Hani Hitler'i suçlarız ya, peki bu teyzeyi suçlayan zihniyetin Hitler'den ne farkı vardır, birisi izah edebilir mi bana!!! mesut şimşek

Dişimi fırçalarken musluğu kapatacağım, arabamı hortumla değil kovayla yıkayacağım, "bulaşıklarımı bulaşık makinasında yıkayacağım", bunu yap-a-mayanları kınayacağım.

Kimbilir belki bugün su faturası kesilenler yarın başka faturalara maruz kalır. Mesela aslında çevreyi de onlar kirletiyor. Klima varken ucuz kömür yakıyorlar. mesut şimşek

Unutmayalım, bu sistemde daima birileri aç ve susuz kalır. Eğer bu aç ve susuzları yok edebileceğimizi düşünüyorsak yanılıyoruz. Bu sistemi biz yarattık, yoksulları da... mesut şimşek

Google